size nikah şahidim olacak eski savunma bakanının emirgan’daki evine, nikah öncesi yaptığımız ziyareti anlatmış mıydım daha önce..
dün gecenin 03.30'unda birden geldi aklıma.
oturdum yazdım.
oturdum yazdım.
muhtemelen anlatmışımdır ama duymayanlar için
burada bir kez daha anlatayım.
burada bir kez daha anlatayım.
efendim benim kayınpederim ismet inönü hükümetinin milli savunma bakanı (1962-65) ilhami sancar’ın yaveriydi.
asker değil, bir hukukçu olan bakanın yaveri kayınpederim ise o dönem, albaymış.
neticede bizim nikahımızda kız tarafının nikah şahidi olacak olan ilhami sancar’ı evinde ziyaret edeceğiz ve nikahımıza davet ederek, nikah şahidi olmasını arzu ettiğimizi, kendisine beyan edeceğiz. bana söylenen ziyaret sebebi bu. tek yapmam gereken güzelce giyinmek ve damat adayı olarak kayınpeder, kayınvalide ve nişanlım ile kendilerini emirgan’daki evlerinde ziyaret etmek. lacivert takım elbisem, beyaz gömleğim, bordo kravatım ve siyah ayakkabılarımla oldukça şık bir şekilde sıcak mı sıcak bir mayıs gününde kadıköy vapuruna binip karaköy’e geçtim. yeşilköy’de oturan müstakbel nişanlım ve ebeveynleri beni karaköy’den alacaklar, emirgan’a devam edeceğiz. karaköy’de vapurdan indiğimde her zamanki dakikliği içinde kayınpeder lacivert mercedes arabasının direksiyonunda beni bekliyordu. yanında her daim olağanüstü şıklığı ile kayınvalidem, arka koltukta nişanlım. bindim arka koltuğa ben de, nişanlımın yanına, revan olduk yola.
her zaman çok ciddi ve mesafeli asker emeklisi kayınpeder sanki bugün çok daha gergin ve heyecanlı gibi. arabanın içinde elektrik yüklü stres bulutlarını şu an bunları yazarken bile çok net hatırlayabiliyorum. neticede üç yıl boyunca gerek yurt içinde, gerek yurt dışında dünyanın her yerinde savunma bakanının yanında olmuş, sadece uyurken ayrılmışlar. büyük bir saygısı var adama karşı. ve benim kendisinden çekindiğimden kat kat fazlası o, eski bakanından çekiniyor. bunu daha önceki anlatılarından çok iyi biliyorum. arabanın içindeki hava öylesine gergin ki, nişanlımla dahi tek bir lakırdı etmeden oturuyoruz arka koltukta. onun kucağında bir çiçek demeti var, kayınvalidenin kucağında bir çikolata kutusu. görgülü’den alınmış. emirgan’da dik bir yokuşu tırmanan araba yolun sonuna doğru, soldaki sokağa saptı ve hemen ilk apartmanın önünde park etti. arabadan indik. üstümüze başımıza çeki düzen verdik, kayınvalide kayınpederin kravatını düzeltti. ceketini giymesine yardım etti. hazırdık. apartmandan içeri girdik.
çok büyük, çok lüks, adeta beş yıldızlı bir otelin lobisini andıran girişteki kristal avize bizim evdekinin beş katı büyüklüğünde. apartman girişinde neredeyse süleymaniye camiinin kubbesinden sarkan büyüklükte bir avize.! ben, "nasıl yıkanır bu.?" diye düşünürken, kayınpeder heyecanla son konuşmasını yaptı kızına bakarak ve “kızım sana söylüyorum, damadım sen anla” diyerek. sadece soru sorulursa cevap vereceğiz, biz “nasılsınız.?” diyerek dahi soru sormayacağız, sadece dinleyeceğiz. zaten kırk dakika içinde ziyareti bitireceğiz. her şey hesaplanmış, planlanmış.. planlarda olmayan tek ben varım tabii, adam ne bilsin..?! konuşma bitti, asansöre bindik. kayınpeder asansör düğmelerine baktı ve - 3 ‘e bastı. ben hayret dolu gözlerle acaba yanlış mı bastı diye bakarken asansör girişten aşağı doğru inmeye başladı. bakan bey bodrum katta mı oturuyordu.?!
üç kat aşağı inen asansör sarsıntı ile durdu. indik. kayınpeder bana “ kapıyı çal” dedi. niye bana dedi bilmiyorum. acayip gerildim. sanki kendi çalmaya korkan, “ sen çal” deyip geride duran çocuklar gibiydi. ter içindeki elim titreyerek zile gitti. bastım. kayınpeder “ niye o kadar uzun bastın..?!” dedi. gerçekten zil, evin içinde yankılar yaparak çalarken, apartmanın holünü de çınlattı. içimden “ allah cezanı versin ali..! hakikaten niye bu kadar uzun bastın zile.?!” dedim. bakın, burada size bir şey anlatmak istiyorum. ben o zamanlar henüz yirmi dört yaşındayım. acayip içine kapanık, nazik, nazenin, açılmamış bir kasımpatıyım adeta. bunu göz önünden ayırmayın lütfen. bir de o zamanlar yeni moda bir söylem var. "eğer sizden rütbece, makam olarak, çok saygın biri ile görüşmek zorunda iseniz komplekse kapılmamak, kendinizi ondan aşağıda görmemek için karşınızdakini anadan doğma, çırılçıplak olan düşünün. siz giyiniksiniz, o çıplak ve çaresiz. bu sizi rahatlatacaktır.!" ben de içimden düşünüyorum çok zorlanırsam adamı çıplak düşünürüm diye..! lütfen amma abarttın demeyin. biraz empati lütfen.! neyse, gözüm kapı üzerindeki gözetleme deliğinde. oradan gelen aydınlık birden karanlığa gömüldü. biri bakıyordu gözetleme deliğinden. milletin stresi bana da bulaşmıştı. nasıl duracağımı şaşırdım. deliğe doğru yaklaştım beni daha iyi görebilsin diye gözetleyen. sonra bunu saçma buldum. beni kimse tanımıyordu ki burada. kendimi geri çektim bu kez ve boynumu sıkan kravatımı düzeltirken kapı açıldı. hizmetçiydi delikten bana bakan. “bir dakika” dedi. geri gitti. döndüğünde elinde mavi, nemli bir havlu vardı. onu dikkatle paspasın üzerine serdi ve “ayakkabılarınızı silip geçebilirsiniz” dedi. hayatımda ilk kez bir eve ayakkabılarımla o gün girdim. hizmetçi bizi içeri buyur etti. 3 kat yerin altında, bodrum katında olduğumuzu düşündüğüm evin salonuna girince ağzım hayretten açık kaldı. yerlere kadar, boydan boya camla kaplı tam karşı cephe tüm boğazı çok yüksek bir tepeden ayaklar altına almıştı. koca tankerler oyuncak gemiler gibi görünüyordu aşağıda. ev inanılmaz ağır eşyalar, cam büfelerde porselen biblolar, kristal bardak takımları ile dolu, duvarlarda tablolar, yerde iran halıları, köşede simsiyah bir piyano, cam bir dolabın içinde çeşitli beratlar, madalyonlar, büyük, aslan ayaklı sehpanın üzerinde açık duran sedef kakmalı bir tavla ile tam filmlerde gördüğüm zengin fabrikatör evlerinden biri. aklımın, hayalimin alamayacağı bir zenginliğin tam orta yerindeyim. biz de kadıköy’de bir apartmanda oturuyoruz ama meğer gecekonduymuş orası.! ev sahipleri henüz ortada yoklar. hizmetçi de “buyrun oturun, şimdi geliyorlar” dedi ve çıktı. kayınpeder ve kayınvalide birer koltuğa, nişanlım ve ben kanepeye oturduk. daha doğrusu ben kıçımın arka yarısı kanepede, ön yarısı havada, kanepeye “iliştim.” oturamadım dahi. öyle eğreti hissediyorum kendimi salonun ortasında. ve arkama yaslanmayı büyük saygısızlık.
bu eve gelen sütçünün özgüveni benden kat kat yüksektir. öylesine bir kompleks içindeyim. zaten kravat ve son düğmesine kadar ilikli gömlek boynumu cendere gibi sıkıyor. ha bire parmağımı boynumdan içeri sokup içeri hava girmesini sağlamaya çalışıyorum. o sırada kayınpeder birden ayağa fırladı. ne oluyor demeden dev gibi bir adamın salondan içeri girdiğini gördüm. ardında karısı. çok sert ve sağlam bir şekilde kayınpederin elini sıktı, kayınpeder hiç sarsılmadı, sıra bana gelmeden çok sağlam durmam gerektiğini fark ettim. sarsılmayacaktım. o anda adamı çırılçıplak değil, tam tersine mümkün olduğu kadar giyinik hayal etmem gerektiğini düşündüm. bu adamın çıplak olması düşünülemez bir şeydi.! kirpi gibi dik saçlı ve amerikan tıraşlı dev adam elimi sıktı, ben de var gücümle elini sıktım bıraktığında elime aklımı başımdan alacak bir kramp girmişti. elimi hissetmiyordum. el benim elim değildi. daha doğrusu artık bileğimden sonra bir şey yoktu. elimi yumruk yaptım, oturdum. el sıkışma faslı bitti. dev eski bakan hemen benim yanımdaki koltuğa oturdu. aramızda ceviz sehpa ve üzerinde bahsettiğim sedef kakmalı tavla duruyor. pulların her biri yekpare sedef. ve ağır kristal bir küllük. hal hatır soruldu. kayınpeder büyük bir ciddiyet ve mesafeli şekilde konuşuyor eski bakan beyle. ben gerginlikten ve stresten terliyorum. yine boynumdan içeri parmağımı sokup kravatımı gevşeteyim derken gömlek düğmem kopuyor ve fırlıyor. ama öyle bir fırlama değil, havada uçuyor, yere düşüyor ahşap, pırıl pırıl cilalı parke üzerinde tıngır mıngır sehpanın altına doğru yuvarlanıyor. kimse görmedi derken bakan beyi bana “düğmeyi almayacak mısın.?” diye, kayınpeder ile kayınvalideyi “a salak oğlum, ne yapıyorsun.?” diye bakarken görüyorum. yere eğilip, dizlerimin üzerine çöküp bir minik beyaz düğmeyi aramak çok tuhaf kaçmaz mı.?! almasam olmaz mı sanki.?! doğrusu bu değil mi.? hala mantıklı düşünebiliyorum.! ama herkes bana “al onu oradan, daha da abuk subuk hareketler yapma.!” der gibi bakınca eğilip almaya karar veriyorum. eğilmek yetmiyor, bir şey göremiyorum sehpanın altında. sol dizimin üzerine çöküp sağ elimi sehpaya yaslıyorum. ama elimin krampla hissiz olduğunu o stres içinde unutmuşum. hissiz elim sehpaya değil, sedef kakmalı büyük tavlanın köşesine basıyor. bu kez tavla havalanıyor, içindeki sedef pullar zincirinden kopmuş inci kolye taneleri gibi salonun dört bir yanına yayılırken tavla kristal küllükle birlikte yere yuvarlanıyor. daha doğrusu tavla yere, kristal küllük ağır bir gülle gibi bakan beyin ayağına iniyor. dev adam “allah” diye inlerken karısı kalkıyor, bakan beyin koluna giriyor, seke seke yürüyen dev eski bakanı salondan çıkarıyor, gözden kayboluyorlar. ben tek dizimin üzerinde yerde zeybek oynayan efeler gibi dururken sehpanın en dibinde düğmeyi görüyorum. tam uzanıp alacakken hizmetçi sinir dolu bir ses tonuyla “siz bırakın, ben alırım” diye tepemden sesleniyor. artık yerlerde süründüğümden ve olan bitenden iyice utandığımdan, ne kayınpederin, ne de kayınvalidenin yüzüne bakmadan hızla ayağa kalkıp kanepeye yeniden ilişmek istiyorum. ayağa kalkmamla başımın üzerinde, elinde çay bardakları dolu tepsi ile bekleyen hizmetçinin koluna çarpıyorum. kadın havalanan tepsiyi ve yer çekimine anlık da olsa karşı koymaya çalışan bardakları dengede tutmaya çalışıyor ama nafile. beş kristal çay bardağı ve şekerlik ve cam tabaklar elindeki tepsiden birer birer iran halısının üzerine uçuşa geçiyor.
asker değil, bir hukukçu olan bakanın yaveri kayınpederim ise o dönem, albaymış.
neticede bizim nikahımızda kız tarafının nikah şahidi olacak olan ilhami sancar’ı evinde ziyaret edeceğiz ve nikahımıza davet ederek, nikah şahidi olmasını arzu ettiğimizi, kendisine beyan edeceğiz. bana söylenen ziyaret sebebi bu. tek yapmam gereken güzelce giyinmek ve damat adayı olarak kayınpeder, kayınvalide ve nişanlım ile kendilerini emirgan’daki evlerinde ziyaret etmek. lacivert takım elbisem, beyaz gömleğim, bordo kravatım ve siyah ayakkabılarımla oldukça şık bir şekilde sıcak mı sıcak bir mayıs gününde kadıköy vapuruna binip karaköy’e geçtim. yeşilköy’de oturan müstakbel nişanlım ve ebeveynleri beni karaköy’den alacaklar, emirgan’a devam edeceğiz. karaköy’de vapurdan indiğimde her zamanki dakikliği içinde kayınpeder lacivert mercedes arabasının direksiyonunda beni bekliyordu. yanında her daim olağanüstü şıklığı ile kayınvalidem, arka koltukta nişanlım. bindim arka koltuğa ben de, nişanlımın yanına, revan olduk yola.
her zaman çok ciddi ve mesafeli asker emeklisi kayınpeder sanki bugün çok daha gergin ve heyecanlı gibi. arabanın içinde elektrik yüklü stres bulutlarını şu an bunları yazarken bile çok net hatırlayabiliyorum. neticede üç yıl boyunca gerek yurt içinde, gerek yurt dışında dünyanın her yerinde savunma bakanının yanında olmuş, sadece uyurken ayrılmışlar. büyük bir saygısı var adama karşı. ve benim kendisinden çekindiğimden kat kat fazlası o, eski bakanından çekiniyor. bunu daha önceki anlatılarından çok iyi biliyorum. arabanın içindeki hava öylesine gergin ki, nişanlımla dahi tek bir lakırdı etmeden oturuyoruz arka koltukta. onun kucağında bir çiçek demeti var, kayınvalidenin kucağında bir çikolata kutusu. görgülü’den alınmış. emirgan’da dik bir yokuşu tırmanan araba yolun sonuna doğru, soldaki sokağa saptı ve hemen ilk apartmanın önünde park etti. arabadan indik. üstümüze başımıza çeki düzen verdik, kayınvalide kayınpederin kravatını düzeltti. ceketini giymesine yardım etti. hazırdık. apartmandan içeri girdik.
çok büyük, çok lüks, adeta beş yıldızlı bir otelin lobisini andıran girişteki kristal avize bizim evdekinin beş katı büyüklüğünde. apartman girişinde neredeyse süleymaniye camiinin kubbesinden sarkan büyüklükte bir avize.! ben, "nasıl yıkanır bu.?" diye düşünürken, kayınpeder heyecanla son konuşmasını yaptı kızına bakarak ve “kızım sana söylüyorum, damadım sen anla” diyerek. sadece soru sorulursa cevap vereceğiz, biz “nasılsınız.?” diyerek dahi soru sormayacağız, sadece dinleyeceğiz. zaten kırk dakika içinde ziyareti bitireceğiz. her şey hesaplanmış, planlanmış.. planlarda olmayan tek ben varım tabii, adam ne bilsin..?! konuşma bitti, asansöre bindik. kayınpeder asansör düğmelerine baktı ve - 3 ‘e bastı. ben hayret dolu gözlerle acaba yanlış mı bastı diye bakarken asansör girişten aşağı doğru inmeye başladı. bakan bey bodrum katta mı oturuyordu.?!
üç kat aşağı inen asansör sarsıntı ile durdu. indik. kayınpeder bana “ kapıyı çal” dedi. niye bana dedi bilmiyorum. acayip gerildim. sanki kendi çalmaya korkan, “ sen çal” deyip geride duran çocuklar gibiydi. ter içindeki elim titreyerek zile gitti. bastım. kayınpeder “ niye o kadar uzun bastın..?!” dedi. gerçekten zil, evin içinde yankılar yaparak çalarken, apartmanın holünü de çınlattı. içimden “ allah cezanı versin ali..! hakikaten niye bu kadar uzun bastın zile.?!” dedim. bakın, burada size bir şey anlatmak istiyorum. ben o zamanlar henüz yirmi dört yaşındayım. acayip içine kapanık, nazik, nazenin, açılmamış bir kasımpatıyım adeta. bunu göz önünden ayırmayın lütfen. bir de o zamanlar yeni moda bir söylem var. "eğer sizden rütbece, makam olarak, çok saygın biri ile görüşmek zorunda iseniz komplekse kapılmamak, kendinizi ondan aşağıda görmemek için karşınızdakini anadan doğma, çırılçıplak olan düşünün. siz giyiniksiniz, o çıplak ve çaresiz. bu sizi rahatlatacaktır.!" ben de içimden düşünüyorum çok zorlanırsam adamı çıplak düşünürüm diye..! lütfen amma abarttın demeyin. biraz empati lütfen.! neyse, gözüm kapı üzerindeki gözetleme deliğinde. oradan gelen aydınlık birden karanlığa gömüldü. biri bakıyordu gözetleme deliğinden. milletin stresi bana da bulaşmıştı. nasıl duracağımı şaşırdım. deliğe doğru yaklaştım beni daha iyi görebilsin diye gözetleyen. sonra bunu saçma buldum. beni kimse tanımıyordu ki burada. kendimi geri çektim bu kez ve boynumu sıkan kravatımı düzeltirken kapı açıldı. hizmetçiydi delikten bana bakan. “bir dakika” dedi. geri gitti. döndüğünde elinde mavi, nemli bir havlu vardı. onu dikkatle paspasın üzerine serdi ve “ayakkabılarınızı silip geçebilirsiniz” dedi. hayatımda ilk kez bir eve ayakkabılarımla o gün girdim. hizmetçi bizi içeri buyur etti. 3 kat yerin altında, bodrum katında olduğumuzu düşündüğüm evin salonuna girince ağzım hayretten açık kaldı. yerlere kadar, boydan boya camla kaplı tam karşı cephe tüm boğazı çok yüksek bir tepeden ayaklar altına almıştı. koca tankerler oyuncak gemiler gibi görünüyordu aşağıda. ev inanılmaz ağır eşyalar, cam büfelerde porselen biblolar, kristal bardak takımları ile dolu, duvarlarda tablolar, yerde iran halıları, köşede simsiyah bir piyano, cam bir dolabın içinde çeşitli beratlar, madalyonlar, büyük, aslan ayaklı sehpanın üzerinde açık duran sedef kakmalı bir tavla ile tam filmlerde gördüğüm zengin fabrikatör evlerinden biri. aklımın, hayalimin alamayacağı bir zenginliğin tam orta yerindeyim. biz de kadıköy’de bir apartmanda oturuyoruz ama meğer gecekonduymuş orası.! ev sahipleri henüz ortada yoklar. hizmetçi de “buyrun oturun, şimdi geliyorlar” dedi ve çıktı. kayınpeder ve kayınvalide birer koltuğa, nişanlım ve ben kanepeye oturduk. daha doğrusu ben kıçımın arka yarısı kanepede, ön yarısı havada, kanepeye “iliştim.” oturamadım dahi. öyle eğreti hissediyorum kendimi salonun ortasında. ve arkama yaslanmayı büyük saygısızlık.
bu eve gelen sütçünün özgüveni benden kat kat yüksektir. öylesine bir kompleks içindeyim. zaten kravat ve son düğmesine kadar ilikli gömlek boynumu cendere gibi sıkıyor. ha bire parmağımı boynumdan içeri sokup içeri hava girmesini sağlamaya çalışıyorum. o sırada kayınpeder birden ayağa fırladı. ne oluyor demeden dev gibi bir adamın salondan içeri girdiğini gördüm. ardında karısı. çok sert ve sağlam bir şekilde kayınpederin elini sıktı, kayınpeder hiç sarsılmadı, sıra bana gelmeden çok sağlam durmam gerektiğini fark ettim. sarsılmayacaktım. o anda adamı çırılçıplak değil, tam tersine mümkün olduğu kadar giyinik hayal etmem gerektiğini düşündüm. bu adamın çıplak olması düşünülemez bir şeydi.! kirpi gibi dik saçlı ve amerikan tıraşlı dev adam elimi sıktı, ben de var gücümle elini sıktım bıraktığında elime aklımı başımdan alacak bir kramp girmişti. elimi hissetmiyordum. el benim elim değildi. daha doğrusu artık bileğimden sonra bir şey yoktu. elimi yumruk yaptım, oturdum. el sıkışma faslı bitti. dev eski bakan hemen benim yanımdaki koltuğa oturdu. aramızda ceviz sehpa ve üzerinde bahsettiğim sedef kakmalı tavla duruyor. pulların her biri yekpare sedef. ve ağır kristal bir küllük. hal hatır soruldu. kayınpeder büyük bir ciddiyet ve mesafeli şekilde konuşuyor eski bakan beyle. ben gerginlikten ve stresten terliyorum. yine boynumdan içeri parmağımı sokup kravatımı gevşeteyim derken gömlek düğmem kopuyor ve fırlıyor. ama öyle bir fırlama değil, havada uçuyor, yere düşüyor ahşap, pırıl pırıl cilalı parke üzerinde tıngır mıngır sehpanın altına doğru yuvarlanıyor. kimse görmedi derken bakan beyi bana “düğmeyi almayacak mısın.?” diye, kayınpeder ile kayınvalideyi “a salak oğlum, ne yapıyorsun.?” diye bakarken görüyorum. yere eğilip, dizlerimin üzerine çöküp bir minik beyaz düğmeyi aramak çok tuhaf kaçmaz mı.?! almasam olmaz mı sanki.?! doğrusu bu değil mi.? hala mantıklı düşünebiliyorum.! ama herkes bana “al onu oradan, daha da abuk subuk hareketler yapma.!” der gibi bakınca eğilip almaya karar veriyorum. eğilmek yetmiyor, bir şey göremiyorum sehpanın altında. sol dizimin üzerine çöküp sağ elimi sehpaya yaslıyorum. ama elimin krampla hissiz olduğunu o stres içinde unutmuşum. hissiz elim sehpaya değil, sedef kakmalı büyük tavlanın köşesine basıyor. bu kez tavla havalanıyor, içindeki sedef pullar zincirinden kopmuş inci kolye taneleri gibi salonun dört bir yanına yayılırken tavla kristal küllükle birlikte yere yuvarlanıyor. daha doğrusu tavla yere, kristal küllük ağır bir gülle gibi bakan beyin ayağına iniyor. dev adam “allah” diye inlerken karısı kalkıyor, bakan beyin koluna giriyor, seke seke yürüyen dev eski bakanı salondan çıkarıyor, gözden kayboluyorlar. ben tek dizimin üzerinde yerde zeybek oynayan efeler gibi dururken sehpanın en dibinde düğmeyi görüyorum. tam uzanıp alacakken hizmetçi sinir dolu bir ses tonuyla “siz bırakın, ben alırım” diye tepemden sesleniyor. artık yerlerde süründüğümden ve olan bitenden iyice utandığımdan, ne kayınpederin, ne de kayınvalidenin yüzüne bakmadan hızla ayağa kalkıp kanepeye yeniden ilişmek istiyorum. ayağa kalkmamla başımın üzerinde, elinde çay bardakları dolu tepsi ile bekleyen hizmetçinin koluna çarpıyorum. kadın havalanan tepsiyi ve yer çekimine anlık da olsa karşı koymaya çalışan bardakları dengede tutmaya çalışıyor ama nafile. beş kristal çay bardağı ve şekerlik ve cam tabaklar elindeki tepsiden birer birer iran halısının üzerine uçuşa geçiyor.
evlendim ben bu kayınpederin ve kayınvalidenin kızıyla. verdiler bana kızlarını. ve eski milli savunma bakanı nikah şahidimiz oldu bizim. ayak serçe parmağı çatlak olduğundan tek ayağında terlik vardı.. nikaha katılanlar bu terliğin sebebini bilmiyorlardı. bir kaç kişi şahittik nikah şahidimizin ayağındaki terliğin sebebine...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder